Follow along with the video below to see how to install our site as a web app on your home screen.
Note: This feature may not be available in some browsers.
New Recruit
ALINTI-
SÜNNET ve MEZHEPLERE GÖRE ANA DİLDE İBADET
Şakir KEÇELİ
Arapça bir sözcük olarak sunna deyimi işlek yol anlamına gelen bir sözcüktür.
Sünnet, Hz. Peygamberin bizzat yaptıkları (fiilî), yapılmasına sözle izin verdikleri (kavlî), yapıldığını gördükleri halde yasaklamadıkları (sükûtî) eylemlerin adıdır.
Kavlî Sünnet Kurân-ı Kerîmin Başka Dillere Çevrileceğine İzin Vermektedir.
Kurân-ı Kerîm Kureyş lehçesi ile inmiştir. Bu lehçeyi okuyamayan Araplar, Hz. Peygambere başvurmuş ve kendi lehçeleri ile Kurân okunmasında dinsel sakınca bulunup bulunmadığını sormuşlar. Hz. Peygamber başvuranlara kendi lehçeleri ile Kurân okuyabileceklerini söylemiştir. Bundan sonra da birkaç lehçe ile Kurân okunmaya başlanmıştır. [1]
İmâm Buhârî Hz. Peygamberin bu sünnetinden hareketle şunları yazmıştır: Arapların Kurânı değişik lehçelerle okuması câiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları câizdir. [2]
Sükûtî Sünnet Kuranın Çevirisine İzin Vermektedir.
İranlılar Selman-ı Fârisîden, Kurânın birinci sûresi olan Fâtihayı Acemce (Farsça) yazıp kendilerine göndermesini istemişler. Selmanda bu sûreyi Acemce yazıp kendilerine göndermiş ve bunlar dilleri Arapçaya yatıncaya kadar namazlarda Fâtihayı Farsça okumuşlardır. [3]
Selman-ı Fârisî hakkında Hazret-i Peygamber şunları buyurmaktadır:
Ruhum elinde olan Rab Teâlaya yemin olsun! Eğer ilim Süreyya (Ülker) Yıldızına asılmış olsa, Fâristen (yetişecek) kimseler ona yine de ulaşırlar. [4]
Cennet üç kişiye iştiyak (şiddetli arzu) duymaktadır: Alî, Ammâr ve Selman[5]
Resulullâh, Selmanı, Ebud-Derdâ ile kardeşlemiştir. [6]
Hz. Alîye Selmândan sorulunca: Evvelki (önceki) ve âhirki (sonraki) ilmi bilir, tükenmez bir denizdir. Ehl-i Beyttendir (Ev Halkındandır). diye cevap vermiştir. [7]
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Selmânın teklifini kabul ederek hendek kazımını emrettiği zaman Ashab, Selmânı daha iyi takdir eder ve Ensarla Muhacirün Selmân bizdendir. diye aralarında paylaşamazlar. Resûlullâh araya girip; Selman bizden Ehl-i Beyttendir. buyurur ve ihtilafı halleder (uyuşmazlığı çözer). [8]
Hem Hz. Peygamberin ve hem de Hz. Alînin yukarıda aktarılan buyrukları Selmân-ı Farisînin Ev Halkından olduğunu ve Peygamberle iç içe yaşadığını kanıtlamaktadır.
Ev Halkından olan Selmânın, Hz. Peygamberin iznini almadan, Fâtiha Sûresini Farsçaya çevireceğini düşünmek, eşyanın doğasına aykırıdır. Bu nedenle, Selmân aracılığı ile bir sükûtî sünnet oluşmuştur.
Kaldı ki Selmân İslâma, tıpkı yol kardeşi Ebud-Derdâ gibi, içtenlikle bağlıdır. Bu bağlılık nedeniyle, İranın fethinde kendi soydaşlarına kılıç çekmiş ve İranın zaptına ve İslamlaşmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu nedenle Onun İslama aykırı bir işi yapması asla düşünülemez.
Sahabenin en seçkin Kurân ehli olanlarından Abdullah b. Mesud (Ölm 32/652), Ubey b. Kab (Ölm 30/650), Enes b. Mâlik (Ölm 90/708) Kurân lafızlarının (sözlerinin) müterâdifleri (eş anlamlıları ile okunmasına (yani başka kelimelerle tercüme edilerek okunmasına) cevaz vermişlerdir. Örneğin Günahkârların yemeği (Duhân Sûresi 44) âyetindeki günahkâr anlamına gelen esîm kelimesini telaffuz edemeyen kişiye İbni Mesud Esîm yerine Fâcir kelimesini kullanarak okumasını söylemiştir. Aynı zat, Bakara 20 âyetteki Meşer (yürüdüler) yerine Merrû denmesine, Müzemmil 6 âyetteki etkili - isabetli anlamına gelen akvem yerine asdak kelimesinin kullanılmasına cevaz vermiştir. [9]
İmâm-ı Azam Ebû Hanife ve Hanefîlik, Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?
Türk ve İslâm dünyasının büyük bir bölümü, İmâm-ı Azam Ebû Hanifeye bağlıdır. Onun fetvaları Hanefî Mezhebine bağlanan Müslümanlar için bir buyruktur. Bu nedenle Ebû Hanifenin anadilde ibadetle ilgili görüşünü, önemi nedeniyle açıklamak gereklidir.
Önceki Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ord. Prof. Şerâfeddîn Yaltkaya [10] ve Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli [11] Ebû Hanifenin şu fetvayı verdiğini açıklamaktadırlar: [12]
Ebû Hanifeye göre Kurân lâfız (söz) değil, belki lâfzın açıkladığı anlamdır.[13]
Bunun için Kurânın Arapça, Türkçe ve Acemce (Farsça) gibi herhangi bir dile ihtisası yoktur. Anlamdan ibaret olan Kurânın herhangi bir dil ile açıklanması müsavidir (eşittir).[14]
Ebû Hanifenin bu konudaki (yargısının) kanıtları şunlardır:
1. Şüphe yoktur ki Kurân; önden (önceden) gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi. [15]
2. Şüphe yoktur ki bu Kurân; ilk kitaplarda var idi. [16]
Pek açıktır ki Kurân; (Hz. Peygamberden) önce yaşayan peygamberlerin kitaplarında Arapça değildi. Oysa ki bu âyetlerle kesin surette Kurânın bu kitaplarda mevcut olduğu açıklanmakta olduğundan Kurân sözcüğünün önceki peygamberlerin kitaplarında olan ile Peygamberimize indirilmiş olan (yani Kurân-ı Kerîm) arasında iştirak noktasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu iştirak noktası ise, yalnız Arapça değildir. Belki Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile terkib-i hususîdir.
Bundan dolayı namazda okunması emredilmiş olan Kurân; bu iştirak noktasını oluşturan Kurândır. Bu ise yukarıda söylenildiği gibi Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususîdir. Kesilen bir hayvanın kesildiği sırada çekilen besmelenin herhangi bir dil ile çekilmesi icma[17] ile caiz (dine uygun) olduğu gibi, namazda dahi herhangi bir dil ile olursa olsun Kurânı kıraat (okumak) caiz olur.[18]
Bundan dolayı Kurânın yalnız namazdan ibaret olduğunu kabul eden İmam Ebû Hanifeye göre bu kitabın Arapça olan özel nazım ve terkibini güzelce telâffuz (söyleme) kudreti olanları ile bu nazm-ı Arabiyi (Arapça şiiri) telaffuza (söylemeye) kudreti olmayanlar (yeteneği bulunmayanlar) bir fark gözetmeye bir mahal kalmadığından Nazm-ı Arabîyi teleffuz kudreti olsun olmasın, herhangi bir kimsenin namazda Kurânı herhangi bir dille okuması caiz (uygun) dir. [19]
Namazın başlangıcında dahi İmam Ebû Hanifeye göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile Allah zikretmek, örneğin Tanrı uludur demek caiz olur. Çünkü [Kur'ân-ı Kerîm 87. A'lâ Sûresi 15. âyeti şunu buyurur]: Rabbının adını anar anmaz namaza durdu. [Bu âyetle] sabit olduğu gibi namazın başlangıcında maksud (amaç) olan, Tanrının anılmasıdır. Bunun ise hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrıyı herhangi bir dil ile anmak diğer bir dil ile anmaya müsavidir (eşittir).[20]
Sonuç: İmam Âzama göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile namazın başlangıcında Tanrıyı anmak, namazın içinde Kurânı kadelerde teşehhütleri okumak ve Cuma günleri hutbe irat (okuma) etmek uygun (caiz) olur. [21]
İmam Âzama göre, ezanda muteber (geçerli) olan örf [22] tür. [23]
[İmam-ı Âzam'ın] öğrencilerinden Hasan b. Ziyadın İmamdan rivayetine göre bu nokta şöyle açıklanıyor: Örneğin, Acemce (Farsça) ezan olduğunu anlayacak olursa bu ezan caizdir, anlamayacak olurlarsa caiz değildir. Çünkü ezandan amaç vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir.[24]
Açıklama yerinde ise, Hanefî mezhebinin üç önderi (imamı vardır. Bunlar İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammeddir. Bu mezhebe mensub olanlar dilerlerse Ebû Hanifenin, dilerlerse Ebû Yusuf ile İmam Muhammedin fetvalarına uyarlar. Bu nedenle İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammedin içtihatları (fetvaları önem kazanmaktadır.
Acaba adına imameyn (iki imam) denilen Ebû Yusuf ile İmam Muhammed bu konuda neler söylediler?
Kurân yalnız anlam (mana) değil; anlam ile birlikte nazm-ı Arabînin toplamından oluşmaktadır (ibarettir). [Bu yargının] delilleri şunlardır:
1. Biz o kitabı Arapça Kurân kıldık. [25]
2. Açık bir dil ile olan Arapça ile sana indirdik [26]
İmameyn (iki imam) bu âyetlerden Kurânın sadece anlamdan değil; lafz (söz) ve anlamdan mürekkeb olduğunu anlatmışlardır. Bunlara göre lâfız ve mana (anlam) Kurânın ayrı ayrı birer rüknüdür (olmazsa olmazıdır). Şu kadar var ki lâfız rüknü (koşulu) zait olmakla acz zamanında sakıt olur. [27]
Oysa ki
Biz o kitabı hükm-ü Arabî olmak üzere indirdik [28] buyurulduğu halde yine bu âyet; hükmün Arabî diline ihtisasına delâlet (işaret) etmiyor. Çünkü Acemce (Farsça) ile olan hüküm dahi bu kitap ile hükümdür. [29]
Bununla beraber bu iki imam, Kurânın hususi (kendisine özgü) nazmı olan Arapçayı telafuzdan (söylemekten) aciz olan kimseler hakkında Arapçadan başka herhangi bir dil ile Kurânın okunmasını caiz görmüş olduklarından üstadları (Ebû Hanife) ile bu iki öğrenci arasındaki uyuşmazlık kalkmış olur. [30]
Yurdumuzda yaşayan 70 milyon insanın milyonda biri, Arapça konuşma ve anlama yeteneğine sahip değildir. Bu durumda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, Türkiyede yaşayanların Arapça değil de Türkçe ibadetini buyurmaktadırlar.
İmam Ebû Hanifenin daha sonra öğrencilerinin fikrine katıldığı (rücu ettiği), diğer bir öğrencisi Nuh b. Meryem Mervezîden aktarılmışsa da bu nakil (aktarma) hilâfiyat (tartışmalı konularla ilgili) kitaplarında görülmüyor. Yalnız hilâfiyata ait manzum bir eser yazan Ömer b. Muhammed Nesefî (vefatı H. 357) Ebû Hanife ile tilmizleri (öğrencileri) arasındaki yukarıdaki uyuşmazlığı bildirdikten sonra şu [sözleri söylemektedir]: Ebû Hanifenin daha sonra tilmizlerinin kavline (sözlerine) döndüğünü kendisinden güvenilir olan raviler rivayet etmiş olduklarından aralarında uyuşmazlık kalmamıştır.
Ve bu âyetin açıklamasında Zevzenî, İmam-ı Âzamın bu rücu (düşünceden vazgeçme) rivayetini Ebû Bekir Razîye atfetmektedir.[31] Oysa ki:
Ebû Bekir Razî, Ahkâmül-Kurân [adlı yapıtında] Şuarâ Sûresindeki yukarıda zikrettiğimiz, Şüphe yoktur ki Kurân; önden gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi. [diyen] âyetinde: Bu âyet; Kurânın bir dilden başka bir dile naklonulmasının (çevrilmesinin) Kurânı Kurân olmaktan çıkarmayacağına bir kanıttır. ( ) diyerek İmam Âzam gibi Kurânın mânâdan ibaret olduğunu beyan etmekte olduğundan, İmam Âzam ile aynı düşüncededir. Ve bu rücuu (vazgeçmeyi) rivayet etmediği meydandadır. Bundan başka bu rücu rivayeti kesin olmak için H. 370′te vefat etmiş olan Ebû Bekir Razîye değil; ilk asırlara kadar çıkarılmak, daha açığı İmam Âzama mülaki olan (görüşen) kimselerden veya tek bir kimseden inkıtaa (kesintiye) uğramaksızın müselselen (kuşaktan kuşağa) rivayet edilmek lâzım gelirken biz bu rivayeti imam Âzamdan iki üç asır sonra yazılmış olan kitaplarda görüyoruz.
Ebû Bekir Razîden sonra (H. 490) sıralarında vefat eden Serahsî Mebsût [adlı] kitabında asla bu rücudan bahsetmiyor [32]
Büyük din bilginleri İsmail Hakkı (İzmirli) ile M. Şerafeddin (Yaltkaya) tezlerini şöyle bağlıyorlar:
Özetle: İmam-ı Âzam Nazm-ı Arabîyi rükün (koşul) olarak kabul etmediği ve kendisinin rücu ile sonradan şuyu bulduğu halde, daha sonra gelen fakihler imameyn ile beraber Nazm-ı Arabînin rüknü aslî (vazgeçilemeyecek koşul) ancak rüknü zait (fazlalık) olduğunu ve acz [33] zamanında sukut (ortadan kalkmak) edebileceğini ileri sürmüşler ve bu noktada iki yanın uyuşumu meydana gelmekle artık Hanefî imamları arasında bir uyuşmazlık kalmamıştır.[34]
Kaldı ki çeviri ile namaz kılmaya cevaz veren mutlak müçtehid sadece İmam-ı Âzam değildir. Tâbiûn nesli[35] bilginlerinin tartışmasız hocası ve önderi olan ve tüm alanlarda müçtehid ve otorite kabul edilen Hasan el-Basrî (ölm. 110 / 728) ile Sûfî-bilgin Habîb el-Acemî de (öl. 120 / 737) bu konuda imamı Âzam gibi düşünmektedir.
Ensarî (Abdülali Muhammed b. Nizamuddîn), Fevâtihur- Rahamût adlı eserinde bize şunları söylüyor: Mazeret halinde Kurân tercümesi ile namaz kılmak konusunda imameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) de İmam-ı Âzamla aynı görüştedir. Velilerin ve âriflerin tacı, tarikat silsilelerinin halkalarından biri ve muhaddislerle (hadis ilmi ile uğraşanlarla), müçtehidlerin baş tacı Hasan el-Basrînin yakın dostu Habîb el-Acemî, Arapçaya dili çok yatkın olmadığı için namazlarında Kurânın Farsça tercümesini okurdu.[36]
İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidîde Anadilde İbâdete İzin Vermiştir.
İmam Mâturidî İslâm dünyasının büyük çoğunluğu tarafından önder kabul edilmiş bir din bilginidir. Onun anadilde ibadete yaklaşımı şöyledir:
Kurân Allah kelâmıdır. Allahın kelâmı zatı ile kaim, ezelî bir sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir, O Birdir, bölünmez (tecezzî etmez), Arapça da değildir, Süryanice de. Şu kadar ki insanlar, bir olan Kurânı değişik ibarelerle okurlar; nitekim Allahın zatı türlü adlarla, keza zat sıfatlarından olan hayat, irade, beka sıfatları türlü türlü ibareler ile dile getirilmiştir.[37]
Bu sözleri yorumlayan dil bilgini Prof Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, şöyle demektedir:
Burada müellif (yani İmam Mâturidî), Kurânın muhtelif dillerde okunacağını açıklıyor. Kurân harf ve ses cinsinden değildir. Arapça da, Süryanice de değildir. İnsanlar bunları kendi dillerince dile getirirler; nasıl Allahın zatına her dilde ayrı bir ad konur, hayat ve irade sıfatları her dile göre başka tabirlerle ifade edilirse, Allah kelâmının da, Allahın ezeli sıfatıve Onunla kaim bir mana olması bakımından, lâfızlardan ibaret olması caiz olmaz, dillerin ve ibarelerin ayrılığı, Onun birliğine zarar vermez. Mâturidînin bu görüşü, Ebû Hanifenin koyduğu esaslara dayanmaktadır.[38]
Sahabeler ve Tâbiûn Bu Konuda Ne Düşündüler ve Nasıl Uyguladılar?
İslâm fıkhında, bilginin kaynaklarından biri de Sahabe, yani Hz. Peygambere arkadaşlık etmiş onun davranışlarını görmüş ve yargılarını bizzat işitmiş insanların açıkladığı kurallardı. Sahabelerin verdikleri bilgiden, dinsel âdetlerin yollarına ve ilâhî yasaların ayrıntısına dair sonuçlar çıkarılabilirdi.
Bu ilk kuşak kaybolunca şu ya da bu sorun için onların verdikleri bilgilerin toplanılması ile yetinildi. Daha sonra da sahabelerle ilişkisi olan kuşaklardan (tâbiûn) elde edilen bilgiler toplandı, böylece kuşaktan kuşağa, en yeni zamanlara değin gelindi. Bir yargı veya bir hareket tarzı kesiksiz ve sağlam bir anane ile herhangi bir sahabeye bağlanırsa doğru sayılıyor ve o olay şeriatın kuralı haline geliyordu. [39]
Bu açıklamadan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kurân-ı Kerîmin başka dile çevrilmesi ve ana dilde ibadet konusunda bir şeri bir kural oluşmuştur:
Narşahî,
Emir Küteybe Hicri 94 tarihinde Buhârâ Zerdüşt ateşkedesini [yıktırdı]. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Fars lisanıyla yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namazda bir adamın Niktaniknet - nikünya nikünü komutasıyla kılınıyordu. [40] Daha sonra Irak içtihat medresesi, Kurânın yanlışsız ve tam tercemesi (çevirisi) ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin Fetvayı verdi. [41]
Farsça çeviri ile namaz kılma ruhsatının (izninin) öncüsü olan Selmân-ı Fârisînin bu işi bizzat yaptığı Fâtiha çevirisi ile fiilen başlattığını, daha önce görmüştük. Selmanın ölüm (Hakka yürüme) tarihi H. 36′dır. Onun Fâtiha çevirisini hayatının son günlerinde yapılmış saysak bile, Kuteybe olayı ile Selmân çevirisi arasında 60 yıl vardır. Demek oluyor ki, Farsça tercüme ile namaz, Buhara ve civarında - Kuteybe olayı ile bittiğini varsaysak bile - 60 yıl gibi bir zaman uygulanmıştır. Selmanın çeviri için Hz. Peygamberden izin aldığı yolundaki rivayeti dikkate alır, Kuteybe olayına da hiç değilse birkaç yıl devam etmiş gözü ile bakarsak Farsça çeviri ile namazın bir asırlık bir uygulamasını tarihsel bir gerçek olarak öğrenmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Hem de öyle bireysel ibadetlerde, evde odada değil, kamunun ibadet ettiği camilerde ve Cuma gibi namazda .[42]
Benzer bir uygulama Endülüs Emevi devletinde de yapılmıştır. İspanyanın fethinin ardından, camilerde İspanyolca namaz kılınmasına izin verilmiştir.
Günümüz İslâm bilginlerinin (ulemânın) otoriteleri de Kurân-ı Kerîmin başka dillere çevrilmesinde ve ibadetin ulusal dillerde yapılmasında sakınca görmemişlerdir. Nitekim Şeyh Muhammed Abduh, El Ezher başkanı Meragî ve Tantavî bu doğrultuda görüş bildirmişlerdir.
Kurân-ı Kerîmin bunca açık hükmüne, Hz. Peygamberin sünnetine ve müçtehitlerin duragan (istikrarlı içtihatlarına karşın anadilde ibadete karşı çıkıp çıkılmayacağını, Tanrıdan başka Sevgili olmadığına inananların vicdanına bırakıyorum.
Notlar:
[1] Ebû Davud, Vitr, 22 ve Nesaî, İftitah. 37′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 107.
[2] Buhârî, Keşful-Esrâr, 1/24′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 108.
[3] Serahsî, Mebsûd, I, 36′dan aktaranlar: İsmail Hakkı İzmirli ve Şerafeddin Yaltkaya, Mustafa Kara, Hikmet bayur, Kurân dili Üzerine, Belleten, 22/88′den aktaran İsmail Kara, Türkiyede İslâmlık Düşüncesi, Risâle Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 133 - 134.
[4] Tırmizî, Tefsir, Muhammed, 3256 - 3257′den aktaran: Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, c. 12, s. 552.
[5] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 553.
[6] Agy, c. 12., s. 553.
[7] Agy, c. 12, s. 553.
[8] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 554.
[9] Kurtubî, Tefsir, 16/149′dan aktaran: Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 111-112.
[10] Ord. Prof. Şerafeddin Yaltkaya Darülfünun İlâhiyat Fakültesinde Kelâm Müdürlüğü yapmıştır. Darülfünunun kapatılmasının ardından kurulun İstanbul Üniversitesinde İslâm Tetkikleri Direktörlüğüne atanmıştır. Börekçizâde Rifât Efendinin vefatından sonra 1938 yılında Diyanet İşleri Başkanlığına getirilmiştir. 1947 yılında vefat etmiştir. Yayınlanmış yetmiş dört adet kitap ve makalesi vardır.
[11] Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Dârülfünun Felsefe Müderrisliği yapmıştır. Dârülfünun İstanbul Üniversitesine dönüşünce Hukuk Fakültesinde Felsefe Hocalığı yapmıştır. Bir ara da İstanbul Ün. İlâhiyat Fakültesinde Dekanlık da yapmıştır. Kırk dokuz tane yayınlanmış kitabı vardır.
[12] Bu Fetva için bakınız: Hikmet Bayur, Kurânın Dili Üzerine, Belleten, 22/88′den Aktaran: İsmail Kara, Türkiyede İslâmcılık Düşüncesi (Metinler - Kişiler), Risale Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 132 vd. Dili Fakîr tarafından arılaştırılmıştır.
[13] Ebul-Leys Semerkandî, Kitabul-muhtelif, Üçüncü mesele.
[14] Hüsamüddin Buharî, Şerhul- Camiis-sağir.
[15] Tırnak içindeki bu sözler 26. Şuara Sûresi 196 âyetinin Türkçe mealidir.
[16] Tırnak içindeki sözler 87. Alâ Sûresi, 18. âyetinin Türkçe açıklamasıdır.
[17] İcma (İcmâ-ı Ümmet): Kurân ve hadislerle açıkça çözümlenemeyen hukuk (Fıkıh) konularında ulemânın (bilginlerin) uyuşmasıdır (oybirliğidir). Böyle bir oybirliği sağlanan konularda ulaşılan sonuç bütün Müslümanlar için uyulması zorunlu bir yasa (kural) oluşturur. İcma-ı Ümmet, Hz. Peygamberin Benim ümmetim kesinlikle hatada birleşemez. hadisine dayalı olarak bir İslâm hukuku kuralı olmuştur.
[18] Zevceni, Şerhu Manzume-i Nesefi.
[19] Hüsamûddin Buharî, Şerhul-Camiis-sağir.
[20] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefi.
[21] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.
[22] Örf: İnsanların üzerinde birleşerek kural üretmesidir. Sözcük Türkçede gelenek, görenek (âdet) şeklinde kullanılır.
[23] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî,
[24] Serahsî, Mesbût, I, 36.
[25] Tırnak içindeki sözler 43. Zühruf Sûresi 3. âyetinin sözleridir.
[26] Tırnak içindeki sözler 26. Şuarâ Sûresi 195. âyetinin sözleridir.
[27] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.
[28] Tırnak içindeki sözler 13. Rad Sûresi 37. âyetinin sözleridir.
[29) Ebu'l-Leys Semerkandî, Kitabu'l-muhtelif.
[30] Hüsameddin Buharî, Şerhu Camiîs-sagirden aktaranlar Şerafeddin Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli. Aktaran: İsmail Kara, Türkiyede İslâmcılık Düşüncesi, Risâle Yayınları, c. II, s. 133 ve 134.
[31] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.
[32] İsmail Kara, Agy, s. 134-135. Ek bilgi için bakınız: Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet, Kitabevi yayınları, İstanbul 1999.
[33] Arapçanın bilinmemesi ya da aslına uygun bir şekilde söylenemeyeceği halinde.
[34] M. Şerafeddin (Yaltkaya) ve İ. Hakkı (İzmirli)nin 8 Mart 1936 tarihli açıklamaları. Aktaran İsmail Kara, Agy, c. II., s. 135.
[35] Tâbiûn nesli: Sahâbelerle birlikte yaşayan kuşak.
[36] Ensârî, Fevâtih, 1/16′dan aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 122.
[37] Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, İslâm Akaid Sistemlerinde Gelişmeler (İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 238.
[38] Agy, s. 238′de yer alan 242 numaralı dipnot
[39] Ignaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Çeviren Prof. Dr. İlhan Başgöz, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 41 vd.
[40] Nerşahî, Tarih-i Buhara, 78′den aktaran Tahir Harimi Balcıoğlu (Önsöz Hilmi Ziya (Ülken)), Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, Kanaat Kitabevi, s. 118.
Benzer bir uygulamayı Hint prenslerinin paralarının üzerinde görüyoruz. Bu paralara İslâmiyetin en önemli ilkesi olan Kelime-i şahâdet şöyle yazılmıştır: Hak birdir, Muhammed Onun Avatarıdır.
Avatar: Hindu dininde, genel olarak Tanrıların bedenleşmesi insan şeklini alması özel olarak Tanrı Vişnunun insan kılığında inmesi demektir. Bakınız İgnaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 332.
[41] Fetva-yı Gıyasiyeden aktaran: Tahir Harîmî Balcıoğlu, Agy, s. 118. Ayrıca Bakınız: Yaşar Nuri Öztürk, Ana Dilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, Eylül 2002, s. 121.
[42] Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 121.
Sayin Islamic faith&Secularism ilk önce size ve ailenize hayirli ramazanlar diliyorum, allah tuttunuz orucu ve okudugunz kuranlari kabul eylesin. Islamiyet hakkinda bilmediginiz veya emin olmadiginiz konular varsa www. sorularlaislamiyet .com sayfasini tavsiye ederim, bu sayfa bagimsiz ve güvenilir kaynaklardan arastirmalarini yapmaktadirlar hatta hic reklam bile bulamazsiniz sayfalarinda.
Sizin Kaynaklariniza gelince, Sayin Şakir KEÇELİ´yi internette arastirin kim oldugunu görürsünüz, kendisi bir Bektasi Babasidir ve bu konuya ne kadar hakimdir bilinmez. Dedigim gibi verdigim sitede en basit sorulara mükemmel cevaplar verilmektedir, benimde takildigim sorularin cevabini buldugum bir sitedir.
Saygilarla
Değerli kardeşimiz;
Türkçe açıklamalı Kur'an okunabilir; bunda herhangi bir sakınca yoktur. Kur'an Meali okurken dikkat edilecek en önemli konu; inanç esaslarında ya da farz, vacip, haram gibi hükümlerde mutlaka tefsirlere ve ilgili fıkıh kitaplarına da bakmak gerekir.
Meallerde açıklama olmadığı için yanlış anlaşılmalar olabilmektedir. Bu sebeple meal yerine tefsir okunmasını tavsiye ediyoruz.
Hiçbir Kur’an meali aslının yerini tutmayacağından, namazda Kur’an yerine okunmaz. Namazımızda mutlaka Kur’an-ı Kerimi aslından okumalıyız. Allah kelamı olan Arapça olandır. Bunun yeri ve sevabı ayrıdır; her harfine kat kat sevap verilir.